Hayatta en büyük acılar, bazen en parlak yıldızları doğurur mu? Ferdi Tayfur’un hikâyesi, bu gerçeğin bir yansı olabilir mi? Çocuk yaşta babasını kaybetmiş, annesinin ağıtlarına şahit olmuş bir çocuk, nasıl oldu da acıların içinden bir sanatçı olarak doğdu? Bu sorunun cevabı, yalnızca onun bireysel hikâyesinde değil, hepimizin hayatında saklı.
Duygusal dünyamız çocukluğumuzda, çoğunlukla annemizin duygu dünyasından etkilenerek şekillenir. Annemizde gördüklerimiz, kendi duygusal yapımıza da yansır. Ancak bu yansıma, her birimizin kendine özgü karakteri ve hayata bakış açısına göre bir filtreden geçer. Bu süreçle beraber gülüşler, mutluluklar, acılar, yaralar, yetenekler ve kısıtlamalar ortaya çıkar.
Ferdi Tayfur'un hayatı, çocukluğundan itibaren zor deneyimlerle dolu gibi görünüyor. Erken yaşta babasını kaybetmiş, annesi uzun yıllar boyunca ağıtlar yakmış ve Ferdi Tayfur da bu ağıtlara şahitlik etmiş. Hayat, ne küçük Ferdi için ne de annesi için kolay görünmüyor. Annesinin duygusal dünyası, onun ağıtlarına ve dolayısıyla Ferdi’nin bunları izlemesine vesile olmuş gibi.
Ferdi Tayfur, çocukluğundaki acıları ve annesinin yaktığı ağıtları özünde dönüştürerek kullanmış bir isim. Yaşadığı sıkıntılar, onun toplumsal acıları anlamasına ve kendi acılarını ve toplumsal buhranları sanatına aktarmasına vesile olmuş gibi. Ferdi Tayfur, bu acılarını anlamış, reddetmeden dönüştürmüş, toplumun duygusal hafızasında önemli bir yer edinmiş Onun bir "babaya" dönüşmesi, insanları şarkılarla kapsaması, filmleriyle hayranlarına anlaşıldıklarını hissettirmesi: acısının zeytinyağıdır.
Eğer Ferdi Tayfur bu dünyada sadece acısına ve posasına baksaydı, onun bugün temsil ettiği halini tanıyabilecek miydik?
Elbette, "Ferdi Baba" olmak için bu kadar acı çekmesi mi gerekiyordu? Bu, beni aşan bir soru. Onun kontrolü dışında yaşananlar, kaderin bir parçası gibi. Kaderi kontrol edemeyiz, ancak bizim kontrol edebileceğimiz bir şey var: Ezildiğimizi, büzüldüğümüzü, zaman zaman sıkıştığımızı görürken, ortaya çıkan ürünü de fark etmek. Zeytinin sadece posasına bakmak, bizim acımızı işlevsiz kılıyor. Acımızı inkar etmeden o posanın içinden çıkan yağa bakmak, zeytinyağını güzel bir Akdeniz yemeği içinde ya da bir salatada kullanmak… Hem kendimize daha adaletli davranmamıza hem de hayatımıza anlam katmamıza vesile olmaz mı?
Psikolojinin popüler hale gelmesiyle birlikte psikologlar olarak sosyal medyada birçok bilgi paylaşıyoruz. Ancak, sosyal medya kısıtlı bir mecra; yazılar ve videolar genellikle sınırlı içerikte oluyor. Anne-baba ilişkisi, çocukluk travmaları, geçmiş yaralar gibi konulara sürekli vurgu yapıyoruz. Elbette çocukluğa bakmak çok değerli; çünkü orada şekillenen duygusal ve davranışsal kalıplarımız mevcut. Ancak bu incelemeler terapistlerce titizlikle yapıldığında ve yetişkinlerin hayatında kullanıldığında etkili olabiliyor. Buna karşın, maruz kaldığımız kısıtlı içerikler sebebiyle kırpılmış bilgileri içselleştirerek, hayatımızda karşılaştığımız duygusal yetersizliklerin ya da davranış problemlerinin kaynağını yalnızca geçmişe ve ebeveynlere bağlar hale geldik. Sonunda anne-babasını sorgulayan, zaman zaman onlara öfkelenen birçok yetişkin kaldı elimizde.
Şu soruyu sorabiliyor muyuz: Yaşadığımız muamele ve çektiğimiz acılar, zaman zaman bizi sıkıştırsa da, aynı zamanda yeteneklerimizin ortaya çıkmasına da vesile olmadı mı? Zeytin bir zeytindir; ezdiğinizde o zeytin olmaktan çıkıp bir posaya dönüşür, aynı zamanda bu posa olma sürecinde, ortaya zeytinyağı da çıkar. Acılarımızın bizi dönüştürdüğü posaya bakarken, ezilme sırasında ortaya çıkan zeytinyağını ne kadar görebiliyoruz?

Comments